İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ömer Adil Atasoy, Suriye ve Halep Türkmenleri'nin Türkiye için önemini anlatan bir makale kaleme aldı.

Suriye’nin muhtelif bölgelerinde ve Halep şehrinde yerleşik halkın çoğunluğunu teşkil eden Türkmenler, tarihi ve demografik bakımdan Anadolu Türklerinin doğal bir uzantısıdır. Tarihi aidiyet, toplumsal benzerlik; kültür ögeleri ve inanç bakımından benzerlik gösterirler.

Suriye ve Halep Türkmenlerinin, Büyük Selçuklu Devletinin, ortaya çıkışından başlayarak İran ve Irak ve Anadolu da sağladığı hakimiyet dolayısıyla Suriye’de yerleşik düzene geçen veya konar göçer Türk boyları ve Mogolların İran, Anadolu ve Ortadoğu topraklarını ele geçirmelerine bağlı olarak Suriye, Irak, Mısır ve Yemen’de Türk Oğuz  Boylarının ve  Türkmenlerin yerleşmelerine dair çok geniş bir tarihi inceleme ve ayrıntılı  bilgiyi Prof. Dr. Faruk SÜMER Hocanın, “OĞUZLAR; TÜRKMENLER: Tarihleri - Boy Teşkilatı - Destanları”, (ANA Yayınları, 3. Baskı, Ağustos, 1980) adlı kapsamlı eserinde bulmaktayız.  Faruk Sümer Hoca bu çok önemli kaynak eserinde Selçuklu Devleti öncesinden başlayarak XVII. yüzyıla kadar Türk- Oğuz Boylarının İran, Anadolu, Irak ve Suriye’ye yönelik göç dalgalarını ve Hangi Türk Boyunun nerelere ve nasıl yerleştiklerine dair tarihi bilgiyi, döneminin yazılı kaynaklarından çıkararak ortaya koymuş bulunmaktadır (Suriye, Halep, Şam Türkmenleri ve yerleşme yerleri için bkz. SÜMER, s. 133, 139 vd., 165 vd., 175 vd.). Yazımızın kapsamı içinde bu bilgiyi özet olarak bile verebilmek imkanına sahip değiliz. Hiç değilse XVI. Yüzyılda Halep ve Civarındaki Türkmen Boylarının neler olduğunu saymakla yetinelim. Bunlar: Beğ-Dilli, Bayat, İnalllu, Avşar gibi büyük boylar ve Karkın, Kızık, Uç, Acurlu, Kaçılu, Peçenek, Döğer, Kınık, Eymür, Bahadurlu, Kara-Koyunlu gibi daha az kalabalık boylar idi. Meraklı ve tarihi gerçeklere değer veren okuyucularımızın Faruk SÜMER Hocanın bu kıymetli eserini incelemesinin uygun olacağını hatırlatmakla yetinmek isteriz (Bkz. SÜMER, s. 175 vd.). Sayın Okuyucularımız, Kitabın sonunda Türk Boylarının Anadolu ve Suriye’de yerleşme yer ve bölgelerine dair özel hazırlanmış bir haritayı da bulacaklardır.

Güncel durum ve yakın tarih bakımından Suriye ve Halep Türkmenleri, Türkiye’nin Gaziantep, Maraş, Malatya, Urfa gibi şehirleri ile tam bir kardeşlik ve akrabalık bağları içinde bir bütünlük teşkil ederler. Ortadoğu ve Suriye’nin Halep başta olmak üzere değişik bölgelerinde yerleşik Türkmenler akrabalık bağları olan Gaziantep, Maraş, Urfa gibi güney doğuda yer alan şehirlerimizin nüfusuna kayıtlı fahri vatandaşları gibidirler. Tarihi ve toplumsal yaşayışın ortaya çıkardığı şartlar ve zaruretler dolayısıyla daima birbirlerine bağlı kalmışlar, ilişkileri hep süreklilik arz etmiştir.

Suriye Türkmenlerinin bir kısmı ve özellikle de Halep’te yerleşik, hali vakti yerinde olup ekonomik yeterliliğe sahip Türkmenler, Gaziantep başta olmak üzere bir kısım Türkiye şehirlerini “yazlık” ve Halep, Şam başta olmak üzere Suriye şehirlerini “kışlık” olarak kullanmayı itiyat edinmişlerdir. Böylece, uzun yıllar Ortadoğu’nun tek ve hakim devleti olan Osmanlı Devletinin tebası olarak kanuni ve idari bir engelle karşılaşmadan göç geleneğine uygun olarak bu gelgitler ve göçerlik hayatı devam etmiş, karşılıklı akrabalıklar ve ticari ilişkiler tesis edilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti parçalanıp, yeni oluşan ayrı bir Devlet olarak Suriye ile Türkiye arasında sınır çizilince; bu ilişkiler, karşılıklı gelgitler ve göçerlik büyük ölçüde azalmış hatta kesilme noktasına gelmiş; sadece illegal sınır ticareti, kontrollü bayram ziyaretleri ve karşılıklı evlenmeler tarzında iki tarafça da bir müddet sürdürülmüştür.

Halep şehri ve civarında yerleşik Suriye Halep ve Şam Türkmenleri; konumları, göç ederek yerleştikleri ve hakimiyet kurdukları Türk soylu Devletler sonrasında; Osmanlı Devleti’nin hakimiyet sahası içine girmişler ve “Osmanlı Barışı” dönemini içine alan uzun asırların oluşturduğu kader birliği ve kültürel benzerlikler sebebiyle Türkiye’nin bir ön güvenlik bölgesi ve parçası olma özelliğini korumuş ve devam ettirmiştir.

Bugüne nazaran biraz uzak bir tarihte, bu zorunlu  göç ve sığınma olgusunun farklı yönde gerçekleşmiş bir örneğinin yaşanmış olduğunu görmekteyiz: Faruk SÜMER Hoca yukarıda belirttiğimiz önemli eserinde, Mogol baskısı ve vahşeti karşısında Güney ve Doğu Anadolu’da yaşayan birçok Türkmen ve Oğuz Boyunun; Sultan Baybars zamanında 40.000 evden ziyade bir Türkmen topluluğu olarak Gazze’den Antakya’ya kadar olan sahada kendilerine yurt gösterilerek yerleştirildiğini; böylece  Türkmenlerin Mogol kıtal ve vahşetinden korunmak için selameti, Suriye içlerine göç ederek daha önce o bölgelere yerleşmiş ve hakimiyet kurmuş akrabalarına sığınmakta bulmuş olduklarını açıklıyor (Bkz. SÜMER, s. 158 vd.).

Birinci Dünya Savaşında, Emperyalist Avrupa Devletlerinin ve egemen güçlerin Osmanlı Devletini parçalayarak, topraklarını bölüp; suni yaratılmış uydu devletler şekline getirerek Ortadoğu coğrafyasının ekonomik gücünü ve zenginliğini kendilerine maletmek yarışına girmeleri sonucunda; Ortadoğu’da barış içinde yaşayan toplulukların demografik ve kültürel yapısını bozarak, dini ve ırki hassasiyetleri kullanarak, birbirlerine düşman topluluklar yaratmak yoluna gitmişlerdir. Bu sinsi kültürel ve siyasi çarpıtmalara, maddi güç ve mali iktidara dayalı çabalar ne yazık ki sonuç vermiş; İngiltere başta olmak üzere Batılı Devletler, Ortadoğu’yu emperyal amaçlarını gerçekleştirmek için uygun parçalara bölerek küçük Devletler haline getirmişlerdir. Emperyalist devletlerin en büyük emeli olan; Ortadoğu’da yaratılan yeni, güçsüz ve yönetilebilir devletler vasıtasıyla Türkiye’nin soy, kültür, inanç bakımından tarihi ve tabii bir uzantısı olan Ortadoğu Milletleri ile bağını kesmek, tarihi ve kültürel bağlarını koparmak ve son gaye olarak; Türkiye’yi parçalayarak, Batılı egemen Devletlere tamamen bağlı uydu bir devlet haline getirebilmek için Türkiye’nin güneyindeki ön savunma hattını ortadan kaldırmak, daha küçük uydu devletçikler yaratarak önünü kesmek gibi bir projeyi hayata geçirmek yoluna gitmişlerdir. 

Bu maksatla, son yarım asırlık dönemde ve bilhassa son, on beş, yirmi yıllık süre içerisinde Suriye ve Irak’taki Türk Bölge ve şehirlerine karşı giriştikleri taarruzlar çok acımasızca, gaddarca, insanlık dışı bir biçimde imha ve yok etmeler şeklinde gerçekleşmiştir. Bu dönemde Suriye’de Halep, Şam şehri civarı ve Rakka’da, Filistin ve Gazze’de diğer Türk ve İslam beldelerinde gerçekleştirilen yıkımlar son derece vahşice ve insanlık dışı bir şekilde gerçekleşmiştir ve gerçekleşmeye devam etmektedir.

Yıkıma uğrayan, yok edilmek istenen Türk ve İslam beldelerinin insanları sığınılacak güvenli bir yer olarak tarihi bağları ve akrabalık ilişkileri bulunan, tabii sığınak ve melce olarak gördükleri Türkiye’ye zorunlu olarak göç etmek zorunda bırakılmışlardır.

Büyük kısmı soyca Türk olup, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin himayesine sığınmış bu insanları, Suriye’de  ve bulundukları yerlerde zaman içinde, planlı olarak gerçekleştirilen asimilasyon ve Araplaştırma politikaları sonucunda: Arapça konuşuyor ve kılık kıyafetleri, yeme içme tercihleri bakımından Arap kültürü özellikleri taşıyor olmalarından dolayı, tarihi akrabalık bağlarımızı ve soy olarak aynı Türk Milletinin bir parçası olduğumuzu unutarak dışlamak; üstüne üstlük, Türkiye’de “Mülteci”, “Sığınmacı” olarak bulunmalarının yarattığı çok zor olan şartları daha da zorlaştırarak “istenmeyen insan” muamelesi yapmak, Türk olmanın asaletine ve Türk Milletinin manevi ve kültürel değerlerine uymayan bir davranış olarak değerlendirilmek ve düşünülmek gerekir.  Böyle bir tutum ve davranış Türk Devletinin menfaatlerini göz ardı eden, sadece dış güçleri; kargaşadan, kardeş kavgasından medet uman devletleri sevindirecek bir kutuplaşma yaratmaktan öteye gitmez ve hayırlı sonuçlar doğurmaz.

Türkiye’nin son 200 yıllık tarihine bir bakalım. Türkiye’de şu anda TC. Vatandaşı olarak huzur içinde yaşayan insanlarımız; soy kütükleri itibariyle, yakın veya uzak kültürel coğrafyamızın neresinden geldiklerine bir baksınlar ve insaf ölçüleri içinde bir empati yapıp; aile köklerinin nerelere, Osmanlı Devleti’nin ve kültür coğrafyamızın neresine, hangi kaybedilmiş Vatan toprağına ait olduğunu düşünüp, değerlendirsinler.

Türkiye Devleti gerçeğini ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin neden soy ve inanç kardeşlerine sınırlarını kapamak ve onları rızaları dışında, gerekli ve uygun yaşam ortamı kendi ülkelerinde sağlanmadıkça; göçe zorlayıcı, insanlık ve kardeşlik hukukuna aykırı uygulama ve politikalar izleyemeyeceğini anlayacaklardır.

Türkiye Cumhuriyeti büyük, güçlü ve insani değerlere ve kardeşlik hukukuna önem veren bir Dünya Devletidir. Temennimiz, yakın bir gelecekte, kültür coğrafyamızda yaşayan kardeşlerimizin vizesiz ve sadece kendi yurttaşı oldukları Devletin kimliği ile serbestçe seyahat etme imkanına kavuşmuş olmasıdır.