Eskişehir… Adı anıldığında birçoğumuzun aklına cıvıl cıvıl gençlerin doldurduğu sokaklar, bisiklet yolları, Porsuk’un huzur veren manzarası gelir. Ancak bu güzel şehrin caddelerinde dolaştığınızda son zamanlarda yüzlerdeki ifadelerle hayaller arasındaki çelişkiyi fark edersiniz. Günümüz Eskişehir’i, yüzeyde hala canlı ama derinlerde öfke dolu bir şehir.

Son zamanlarda kafamda hep aynı şarkı çalıyor; “Çıldırmıycam, çıldırmıycam, çıldırmıycaaam”

Günümün çoğu zamanında toplumsal alanlarda bulunduğum için, insanların öfkesini görüp, öfkelerine tepki vermemek için kendimi dizginliyorum.

Peki, bu öfke nereden geliyor?

Ekonomik zorluklar hepimizi etkiliyor, ama Eskişehir’de bu sorun, kalabalık nüfus ve öğrenci yoğunluğuyla birleşince daha görünür hale geliyor. Bir yanda her yıl kente akın eden öğrencilerin talebiyle yükselen ev kiraları, diğer yanda marketlerde sürekli değişen fiyat etiketleri. Ulaşım masrafları, enerji faturaları ve geçim derdi her geçen gün büyürken, şehirdeki insanların sinir katsayısı da aynı hızda artıyor. Yolda omzuna çarpan birine sinirlenmek, otobüste yer yüzünden tartışmak, market sırasında sabırsızlanmak... Tüm bunlar, insanların hayatta kalma mücadelesini nasıl birbirine yansıttığının küçük birer yansıması.

Ancak bu öfkenin yalnızca bireysel bir mesele olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Çünkü bu durumun arkasında daha büyük bir hikaye, hatta bir yönetim sorunu yatıyor. Eskişehir, Türkiye’nin en yaşanabilir şehirlerinden biri olarak anılsa da, şehirleşme ve altyapı planlamasının yetersiz kaldığı pek çok alan var. Kentin artan nüfusunu kaldıracak sosyal alanlar, uygun fiyatlı konut projeleri ve ulaşım çözümleri geliştirilemediği sürece, burada yaşayanlar hem birbirine hem de şehre daha çok yabancılaşacak.

Bir düşünün: Eskişehir’in dar sokaklarında yürürken çalışan inşaat makineleri, plansız yapılaşma, aslında şehrin "yaşanabilirlik" karnesini zayıflatıyor. Yerel yönetimler bu sorunlara çözüm bulmaya çalışırken, merkezi hükümetin ekonomik politikaları da halkın yükünü hafifletmek yerine ağırlaştırıyor. Kimi zaman ulaşım sübvansiyonlarının kesilmesi, kimi zaman da küçük esnafı zorlayan vergi artışları, şehrin dokusuna zarar veren bir domino etkisi yaratıyor.

Eskişehir'in sokaklarında yükselen bu öfke, aynı zamanda toplumsal bir sessiz çığlık. İnsanlar, yalnızca ekonomik zorluklar nedeniyle değil, sosyal adaletin eksikliği yüzünden de umutsuz hissediyor. Öğrenciler, uygun fiyatlı yurt bulamadıkları için ev arayışında daha da zorlanıyor. Dar gelirli aileler ise bir zamanlar "öğrenci dostu" olarak bilinen Eskişehir’de, market fiyatları ve faturalardan dolayı ay sonunu getiremiyor. Bir yanda yüksek rant uğruna yok edilen yeşil alanlar, diğer yanda parkta bir soluklanmaya hasret kalan mahalle sakinleri... Öfke yalnızca günlük hayata değil, insanların geleceğe dair inançlarına da sirayet etmiş durumda.

Ancak işin en ilginç kısmı şu: Bu öfke ve huzursuzluk hali, Eskişehir’in sunduğu nimetleri de gölgede bırakıyor. Porsuk kıyısında yapılacak bir yürüyüş, şehir parkında geçirilen huzurlu bir akşam, bisiklet yollarında geçirilen keyifli bir gün… Tüm bunlar, insanların sadece nefes almayı değil, birlikte yaşamayı yeniden öğrenebileceği anlar sunuyor. Ancak bu anları deneyimlemek için önce bireysel öfkemizi kontrol etmeyi öğrenmeli, ardından toplumsal taleplerimizi yüksek sesle dile getirmeliyiz.

Belki de bu yazıyı okuduktan sonra, yolda omzunuza çarpan birine daha az sinirlenirsiniz. Belki de o kişi sizsinizdir. Ve belki de o an şunu fark edersiniz: Sorun sadece bizim sabırsızlığımız değil, bizi bu hale getiren koşullar. Eskişehir’i yeniden sakin, huzurlu ve "yaşanabilir" bir şehir haline getirmek mümkün. Birbirimizle kavga etmek yerine, Eskişehir’in sokaklarını yeniden gülen yüzlerle doldurabiliriz. Yeter ki şehirle ve birbirimizle yeniden barışmayı öğrenelim. Bu, yalnızca bireysel bir çaba değil, hepimizin elini uzatması gereken ortak bir adım. Sadece biraz sabır, biraz anlayış ve biraz da şehrin gerçek potansiyelini yeniden fark etmek gerekiyor.