Türk toplumu, geleneksel “HOŞGÖRÜ” kültürüne sahip olmasına rağmen veya gelişmelerde kasıtta olmadığı halde, bazı kişi/kişiler, gelişmelere kuşku ile bakıp, önyargılı davranıyor, hatta yargısız infaz da yapabiliyor. Bu durum, ülkemizde kutuplaşmalara veya zıtlaşmalara da neden oluyor.
Oysa Türk toplumu, farklılıklar içinde birlikte yaşamayı, asırların deneyimiyle, kendi kültür kaynaklarının, telkinleriyle özümlemiştir. Çeşitli ideolojilerin ve siyasetin neden olduğu kutuplaşmalar, belki her şeyden çok, toplum içinde yaygın, “HOŞGÖRÜ” sayesinde pekâlâ denetim altına alınabilir.
Kişiler ve gruplar arası ilişkilerin olumlu ya da olumsuz, dostça ya da düşmanca, önyargılı ya da hoşgörülü bir tarzda oluşması, sosyo-kültürel, dinsel, bireysel vs. pek çok sebepten beslenerek şekillenmektedir.
Dış ve iç şer odakları, Türkiye’de “Alevi-Sünni” nefreti yaratarak, Türkiye’yi de kaosa sürüklemek istiyorlar. Oysa Aleviler, Türk milletine bağlı, her türden gericiliğe, karşı olup, Atatürkçülük, özgürlük, laiklik, demokrasi, barış, emek, insan hakları, gibi kavramlardan, en önemlisi de cumhuriyetimizin, demokratikleştirilmesi ve geliştirilmesinden yana taraftır.
Laik devletin karşıtı, teokratik, yani belli bir dine bağlı devlettir. Böyle bir devlette, belli bir din resmen tanınmış, hatta benimsenmiş olacağına göre, iktidarda bulunan yöneticiler, devlet otoritesini kendi dinlerinin emrinde kullanmak isterler; bu da dinin politik çıkarlara alet edilmesi sonucunu doğurur.
Böyle bir durumda ise, din ve vicdan özgürlüğünden rahatça söz edilemez. Bunun bir çok örneklerine tarih sayfalarında rastlamak mümkündür. Hıristiyan dünyasında engizisyon mahkemeleri, haçlı seferleri, Katolik Protestan çatışmaları; İslam dünyasında da kutsal cihat uygulamaları ile sünnî-şiî çekişmeleri sayılabilir.
Ancak son yıllarda, kutuplaşmalarda, dinin odak noktası olarak alınması ise kaygı vericidir. Radikal kesimler ya da yaygınlaşmış olan laikçi tavır zıtlaşması dinsel önyargı ve nefreti artırdı. Bu da hayra alamet değildir.
Nitekim eski CİA Başkanı George J. Tenet’ “Nerde koas varsa, bil ki arkasında “DİNSEL” ve “ETNİK” nefret veya önyargı vardır.” demiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, laik bir devlettir. Bu laiklik, gerçek Müslümanlara hiçbir engel, hiçbir yasak getirmemiştir. Hatta İslamcı partilere, yayınlara, tutumlara, belki de gereğinden fazla özgürlükler tanınmıştır. İslamla, laik devlet arasında, çatışma ve anlaşmazlık da yoktur.
Nitekim ATATÜRK , "Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların, vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir " demiştir.
Öte yandan hem değişim isteyip, hem de resmi ideolojinin, laiklik anlayışını, “İşte laiklik budur’ diye savunamayız. Resmi ideolojinin ve onu uygulayan kurumların, İslam’la birlikte yaşama konusunda, bir alıp veremediklerinin bulunmaması gerekir. Yurttaşların, tek başlarına veya birlikte din ve vicdan hürriyetlerini, bir kısıtlama ve engelleme olmadan kullanabilmesi sağlanmalıdır.
Diğer yandan İslam’ı, rejimi tehdit eden bir unsur diye kabulüne dayalı katı bir anlayıştan söz etmek, gerçekleri bile bile yadsımaktır. Çünkü ülkemizde, böyle bir görüş, böyle bir tutum yoktur, olmamıştır.
Şu bir gerçek ki, pozitivisler ve ondan esinlenen, bütün felsefi- siyasi akımlar, dinin modernleşmeyle birlikte, toplumun ve insanın hayatından uzaklaşacağını sandılar. Oysa içinde bulunduğumuz çağda, görünen dinin, ne insanların, anlam dünyasındaki, ne de toplumsal yaşamdaki yerini yitirmediği; aksine oldukça güçlü bir şekilde geri geldiğidir.
Ayrıca Kur’ân, Allah kelâmıdır. Sadece indiği çağın toplumlarına, hitap etmez. Bütün toplum ve insanlara, çağlara, hitap etmesi açısından mucizedir. Yeter ki bir hocamızın söylediği gibi, Kuran’ı, bulunduğumuz çağdaki gelişim ve değişimlere göre, doğru yorumlayacak, din ve bilim adamlarımız olsun.
Laiklik, İslam dinini yüceltir. Nitekim İslâm dini, eşitlik prensibini kabul etmiştir ve insanların, hiçbir sınıfına, bir imtiyaz tanımamış, tersine hukuk nazında Müslümanları, eşit yapmıştır.
Peygamberimiz de (ASM) "Arabın, arap olmayana, beyazın, siyaha üstünlüğü, takva dışında, yoktur." buyurmuştur.
Ayrıca Peygamberimiz (ASM) "İnsanlar, tarağın dişleri gibi eşittirler. “buyurmuştur.
Öte yandan modernleşmenin ve yasaklarının, dini vicdanlardan ve toplumsal ilişkilerden arındıramadığı da ortadadır. Düşünce ve ifade özgürlüğü veya inanç ve ibadet özgürlüğü de inanan demokratların, radikal İslamcılara olduğu kadar, laikçi bağnazlara karşı da tavır almaları gerektiğini, belki giderek daha iyi anlıyoruz.
Mustafa Kemal ATATÜRK ise Laik hükümet kavramından, dinsizlik manası çıkarmaya çalışan fesatçılara, fırsat vermemesi gerektiğini belirtmiş, "Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın, gelişmesi imkânını temin etmiştir." demiştir.
Ayrıca Kuran-ı Kerim’deki hoşgörü, af, bağış ve barış buyruklarını, Peygamberimizin “dostluk ve dayanışma” çağrılarını, görmemezlikten gelerek, bazı kesimlerin, kendi düşüncelerini, inanç dünyasına hâkim kılmak istemesi, dikkat çekicidir.
Öte yandan, Peygamberimiz,” Ey Müslümanlar, namazdan, oruçtan, zekâttan, hacdan, daha iyi olan nedir, bilir misiniz? Düşmanlığı, ortadan kaldırmaktır” demiştir.
Atatürk’ün, fikir ve düşünceleri, İslam dini hakkındaki görüşleri ve ülkemize layık gördüğü özgürlükçü, demokrasi, inananlar ve inanmayanlar için de, en büyük güvencedir. İslam âleminin, en geniş inanç özgürlüğü, eksik demokrasimizde mevcuttur. Ne mutlu ki dış ve iç şer odakların, her türlü senaryolara rağmen, ülkemizde, laikliğin kıymetini bilen insanlarımız çoğunluktadır.